top of page

Özel Şehir İskenderun

asgxlus

Güncelleme tarihi: 25 Mar 2023

En baştan söyleyeyim;

İskenderunlu olduğum için; bütün anılarım ve duygusal hassasiyetlerim de bu şehirden besleniyor..

Doğal olarak İskenderun’u anlatacağım ama anlatacaklarım için Antakya’yı hatta Hatay’ın tamamını farklı bir yere koymuyorum.

Hepsi bir bütün olarak çok değerli ve çok özel...


Fotoğraf Kaynak : Hatay Valiliği Web Sitesi


Öncelikle kendimden bahsedeyim;


Dört semavi dinin ve aynı zamanda bu dinlere ait birçok mezhebin de iç içe geçerek, kaynaşarak; sinerjik ve gerçek bir kültürel etkileşimle yaşadığı İskenderun’da doğdum ve büyüdüm.

Atalarım; Türkmen, Çerkes, olası Süryani ve olası Kürt veya Zaza etnik kökenlerinden geliyor. Ama tüm İskenderunlu’lar gibi ben de ortak paydamız Türkiye, Atatürk ve İnsan Sevgisi'yle yoğruldum.

Naçizane kültürel birikimimle bunun dünyada az rastlanır çok özel bir değer ve örnek bir habitat olduğuna inanıyorum.

Zira bahsettiğim şey bir coğrafyada yaşayan farklı kültür ve etnisiteye sahip toplulukların bir arada huzurla yaşaması gibi bir şey değil sadece..

Aynı zamanda eklektik, insani ve sosyolojik değerler üreten bir şehir olması..

Asırlar boyu oluşan bu değerler ve kazanımların hâlâ devam eden her bir artçı sarsıntı ile birer birer yok olup gittiği distopik ve katastrofik bir filmi izler gibi bir duygu durum bozukluğu yaşıyorum sanki..

İşim gereği Canım Türkiye’min her bir köşesi ayrı ayrı değerli istisnasız tüm illerini ve çoğu ilçesini görüp, tanırken yaşadığım bu temel kültürel farklılıkları İskenderun'dan edindiğim kültürle bir değer ve kazanım olarak algıladım hep.

Ve bu duygularla, depremden etkilenen tüm şehirler için çok ama çok üzüldüm.

Nasıl üzülmem ki, hepsinde hiç de az olmayan anılarım ve her şeyden önemlisi oralardan edindiğim değerler ve tanıdığım için şanslı olduğum insanlar var.

Hepsiyle defalarca kucaklaştım, muhabbet ettim, sularını içtim, yemeklerini yedim, yataklarında uyudum. Onlardan çok şey öğrendim

Bu nedenle; Antakya’ya, Kahramanmaraş’a, Adıyaman’a, Malatya’ya, Diyarbakır’a, Adana’ya, Şanlıurfa’ya, Elazığ’a, Kilis’e, Osmaniye’ye ve onlarca ilçeye çok üzülüyorum. Ve hatta çok sevdiğim KKTC’nin kayıpları evlatlarımız için de ayrıca içim yanıyor...

Ölenlerin hepsine rahmet ve ışık diliyorum. Geride kalanlara sabır, yaralılara şifa diliyorum.

Evet canlar gitti..

Evlerle birlikte hayaller de yıkıldı…


Kaç aile heyecanla yeni doğacak yavrularını kucaklarına almak üzereydi?

Kaç kişi nişanlıydı ve mutlu bir yuva hayali kuruyorlardı?

Kaç kişi ertesi gün işe başlayacaktı?

Kaç kişi evini yeni satın almıştı? Ve o gece duvara bir resim asmışlardı?

Kaç kişi o akşam mutlu bir haber almıştı?

Kaç kişi o gece hayatlarıyla ilgili planlar yapmış, önemli kararlar almıştı?

Kaç kişi ertesi gün ne giyeceğini, ne yiyeceğini kararlaştırmıştı..

Ya kaç yavrumuz ertesi gün oynayacakları maçın heyecanıyla uyumuşlardı?


İşte o kadar zamansız o kadar apansız geldi ki felaket, adeta herkes kendi kıyametini yaşadı.. Kimi enkaz altında, kimi enkaz başında... Ateş sadece düştüğü yeri yakmadı; Edirne’den Hakkari’ye kadar herkesin yüreğini yaktı..

Sanki yıkılan her bir il benim birer kaburga kemiğimdi ve kırılmışlar da acıdan nefes almama izin vermiyor, ciğerimi dağlıyor gibiydiler.. Nefes alamıyordum ilk günlerde..

Ve gerçekten enkaz altında sanki ben kalmışım gibi canım çok acıyordu ve hâlâ da acıyor..

Doğaldır ki doğup, büyüdüğüm memleketim İskenderun beni tam da yüreğimden yaraladı..

Nasıl yaralamaz ki; çocukluk ve gençliğimin İskenderun’u sanki yok oluyordu..

Diz çöküyordu.. Tüm insanlarıyla, değerleriyle, varlığıyla…

Peş peşe aldığımız kötü haberler ve endişeli bekleyişler bittiğinde kendime bir söz verdim..

İskenderun’u anıları ve değerleri ile yaşatmalıydım. En azından bir yazıyla duygu ve düşüncelerimi tarihe not olarak düşmeliydim. Ulaşabildiğim, yapabildiğim, becerebildiğim kadarıyla..

Zira, İskenderun diz çökmemeliydi..

O çok ama çok değerliydi..

Neden mi?

İskenderun’da tüm farklılıklar bir kotada erimiş ve inanılmaz bir sinerjiye dönüşmüştü. Elbette her dönem her yerde olduğu gibi aşırılar vardı.. Ama İskenderun'da yok denecek kadar az sayıdalardı ve emin olun onlar bile İskenderun’un büyülü atmosferine uygun şekilde makullerdi.. 1970-80’li yıllardaki sağ-sol çekişmesinin bile İskenderun versiyonu oluşmuştu. İstisnai (kışkırtılmış) durumlar hariç, makul sınırlardaydı tüm çekişmeler,..

Bisikletimle arşınlamadığım sokağı yoktur İskenderun’un..

Herhalde henüz ilk okuldayken en büyük macera ve kaçamağım; ailemden habersiz evimden oldukça uzaktaki; Esentepe’ye bisikletimi elimde kan ter içinde çıkarıp, aşağıya adeta uçarcasına inmekti. Ama önce tepedeyken körfezdeki gemileri sayardım mutlaka…

Çok meraklı olduğum için İskenderun'da her mahalleye her sokağa girer çıkardım.

Bu nedenle İskenderun’un hemen her sokağında bir anım veya en azından o sokağın bir imajı vardır zihnimde..

Mesela bir anda gözümde bir imaj canlanıyor ve 1970'li yıllarda yaz ayında sokağımızın tam ortasında kurulan uzun sahur masasını hatırlıyorum.

Masada sokakta yaşayan her din ve mezhepten komşularımızla hep birlikte sahur yemeği yiyoruz. Çocuk, yaşlı, genç demeden.. Masanın baş köşesinde Belan'lı Hacı Teyzemiz oturuyor. Kendisi sokağın ruhani lideriydi adeta..

Herkes neşe ve saygıyla her evden gelen yiyecekleri paylaşıyor. Ve sonra Esentepe’den duyulan top sesi ile birlikte Müslümanlar niyet ettikleri orucu eda etmeye başlıyor ve Müslüman olmayanlar da “Allah kabul etsin” diyerek kabul dileklerini sunuyorlar...

Sonra bir anda Belan'lı Hacı Teyzemle ilgili bir anım gözümde canlanıyor. Nenemle aynı avluya bakan evlerde oturuyorlardı. Osmanlı Donanmasının Memluklu’larla 1490’lı yıllardaki mücadelesi sırasında parçalanarak batmasına bile neden olmuş meşhur Yarıkkaya fırtınamız günlerdir bitmek bilmiyordu.. Ve onun etkisiyle sokağımızın köşe başındaki elektrik direği bir kere daha yıkılmıştı.. Artık hayatın normale dönmesi herkesin tek duasıydı. Hacı Teyze beni çağırmış ve avluda çamaşır sermek için kullanılan gergin ipin üzerine bağladığı bir düğümü çözmemi istemişti.. Henüz daha altı yaşlarındaydım sanırım. Bir küçük sandalyeye çıkmış ve dualar eşliğinde ipi çözmeye çalışmıştım. Fırtına bir yandan aman vermiyordu ama sonunda başarmıştım. Mahallede herkes birbirine Hacı Teyzenin bana yaptırdığı ritüeli duymuş ve fırtınanın dineceğini bir umutla beklemeye başlamıştı. Gece fırtına daha da kuvvetlenmiş ve ertesi gün akşama doğru nihayet dinmişti. Sonucu beni mutlu etmişti elbette...

Körfezde haftalarca yanan bir tankerden bahsederdi babam, hatta fotoğrafını bile çekmişti tarihe not düşmek için.. Öyle ya o zaman çekilen her bir fotoğrafın ayrı bir değeri vardı.. Sahile istisnasız her gidişimde sanki o gemiyi arardı gözlerim..

Aşağıdaki o tarihi fotoğrafa iyi bakın, deprem sonrası limanda meydana gelen ve günlerce süren yangının zihnimize kazınan dumanlarına benziyor değil mi?

(Sonradan ilave not: İnternette yaptığım araştırmada 1958 yılında Mirador isimli bir tanker yanmış.. Sanırım bu o tanker...)


Fotoğraf Kaynak : Yurtaçan Ailesi Arşivi

Esnaflar, ustalar vardı İskenderun'da..

Hemen hepsi babamın arkadaşıydı..

Radyocu Mesut vardı mesela cebinde taşıdığı Tipitip sakızlardan hediye ederdi herkese. Radyolarımızın ampul değişimleri vs. hep onunla çözülürdü. Mesela 1872'de inşa edilen Ermeni Karasun Manuk Kilisesi’nin hemen karşısında Saatçi İsmet vardı. Tüm saatlerimizi o tamir ederdi. Babamla şehri dolaşmayı çok severdim ve o da beni her yere götürürdü. En çok gitmek istediğim yerlerden biri de o sokaktı. Zira o sokakta dolaşan cebinde envayi çeşit belki yüz tane birbirinden güzel kalemler taşıyan ve takım elbise ile dolaşan Mişel vardı ve ben o kalemlere bayılırdım. Ceketini iki yana açar ve onlarca kalemi gösterir kapatırdı. Babam da çok severdi Mişon’u zira o da kalem hastasıydı..

Mesela Artin Bağciyan vardı Plakçı.. Babama göç ederken birçok plak hediye etmişti. Klasik Türk Musikisinden Caz müziğine çok geniş bir yelpazede etkileşimleri vardı. Bendeki Klasik Türk Musikisi özel sevgisinin de bunun dışındaki tüm müzik türlerini sevmemin de temelinde babamla Artin Amca’nın işte bu dostluğundan köklendiğini düşünüyorum. Evimizdeki “Sahibinin Sesi, Köpek Marka” diye tabir edilen gramofon ve ayrıca Dual pikaptan dinlediğimiz plakların cızırdayan melodileri hala kulaklarımda.. O dönemlerden en çok taş plaktan dinlediğimiz Münir Nurettin Selçuk gazelleri ve babamın çok sevdiği Frank Sinatra'dan My Way kazınmıştı belleğime.. Sonraki yıllarda Şeref Plak almıştı yerini Artin Amca’nın.. Plakları, Kartuşları, kasetleri hep oradan alırdık.

Şeref Amca müthiş güzel karışık kasetler yapardı.

Her pazar çok yakınımızdaki Ortodoks Kilisesi'nin kilise çanlarını duyduğumda boş zamanlarında boya-badana işleri de yapan İstifon Amca gelirdi aklıma.. Zira zangoç olduğunu ve çanları onun çaldığını bilirdim..

Kilisenin hemen arkasında oturan Trabzon'lu Emin Amca vardı. Ahbap kelimesinin tam karşılığıydı ailem için. Çok sık gider gelirdik onlara. Neşe ve disiplin bir arada ona çok yakışırdı..

Yine Mahir Ustalardan Humusçu Vahit ve Behzat Usta vardı.. Çocukluğumda çok kez elimde tabakla gidip humus almışımdır onlardan.. Yaptığı işlemlerin sırasını ezberlemiştim beklerken. Ritüel gibiydi, disiplinli ve özenli.. Bu nedenle çok iyi humus yaparım ben de..

İğneci Ojeni Teyze’yi ise hiç unutamam. Çocukluğunda çok hastalanan birisi olarak kâbusum olmuştu benim. Uzaktan gördüm mü kaldırım değiştirirdim sanki yolun ortasında bana çıkarıp iğne yapacakmış gibi.. Çocukluk işte...

Herhalde İskenderun’un belirli mahallelerinde iğne yapmadığı kimse kalmamıştır. Pire gibiydi, çok hızlı yürürdü yetişmek için hastalara...

Mardin'li Şemse Teyze vardı. Nenem kadar çok severdim kendisini. Annem çalıştığı için evimizin işlerine o yardımcı olurdu. Çok değerliydi bizim için.

Bizde çok emeği vardır..

Kokular, kokular..

Sahilde aldığım deniz kokusu bende pozitif etki yaratan herhalde hayatımdaki en güçlü kokuydu.. Bir başka güzel kokardı körfez sanki.. Özellikle çok sevdiğim İzmir'deki Fatma Teyzemi görmeye gittiğimizde Konak'a yaklaştıkça aldığımız o kokudan sonra, İskenderun'a dönünce sahile gider derin derin içime çekerdim o kokuyu daha bir hasretle...

Sakın İzmir'i gömdü demeyin, İzmir'in yeri bir başkadır bende.. İskenderun, İstanbul, Girne ve İzmir en sevdiğim şehirlerdir. Umarım diğerleri için de bir gün bir şeyler yazarım...

Kokulara devam edelim;

Mesela, Okaliptüs ağaçlarının yapraklarını kırınca ortaya çıkan kokuya bayılırdım.. Babam hep anlatırdı “Fransızlar bataklıkları kurutmak için bu okaliptüs ağaçlarından bolca dikmişler, çok su içer bunlar”, derdi.

Mezar ziyaretlerimizde mezarlarımızın üzerine diktiğimiz murt çalılarının kokusunu unutamam mesela..

Sarımazı’da kırda topladığım kekiklerin kokusunu, Soğukoluk'ta dik rampanın hemen ortasında sağda köşedeki minik pastaneden yayılan kâhke kokusunu, evlerde yakılan puhur kokusunu, İkram’ın önünden geçerken aldığım kahve kokusunu unutamam..

Bayram öncesi fırınlardan gelen kömbe kokularını içime derin derin çekerdim. Müthiş bir tepsi trafiği olur; bayram telaşıyla yapılan kömbeler fırınlardan evlere taşınır dururdu..

Yumurta Bayramında (Paskalya) dağıtılan rengarenk yumurtalara bayılırdım. Düzinelerce biriktirirdim. Sürekli anneme sorardım “Yumurta Bayramı ne zaman?” diye..

Kimi zaman türbede yapılan bir anma veya bayram davetine icabet eder, Hrisi (Keşkek) yerdik. Kimi zaman da kandilde kandil simidi dağıtırdık komşularımıza...

Rahmetli nenemin Hristiyan ahbablarımıza gidip kurşun döktüğünü de, annemin Mar Circos Kilisesine gidip mum yakarak adak adadığını da hatırlarım. Kimse kimseye “Neden böyle yapıyorsun?" demezdi. Gelenekler adeta ortaklaşmıştı. Kimsenin de dininden veya etnik kökenine ait geleneklerden uzak durduğu falan da yoktu.

Herkes kendi içinde kendine ait olanı yaşar ama bir aradayken her şey gibi gelenekler de paylaşılır ve karşılıklı çok güçlü bir saygı ve değer görürdü. Bugünkü gibi sosyal medya mesajlarındaki yapay, klişe mesaj ve kutlamalardan çok öte bir şeyden bahsediyorum…

İlk gençlik döneminde komşumuz Madam Teyze’yi çok severdim. İlginç bir bağ oluşmuştu aramızda, beni çok severdi. Sokakta top oynarken balkonuna kaçan topumuzu en kolay bana verirdi. Topların çiçeklerini kırmasından, alt katındaki demir korumalara çarpan topun sesinden yılmıştı; kızardı hepimize, ama kıyamazdı da… Müzik merakımı bildiğinden Almanya’daki oğlunun getirdiği müzik klipleri içeren video kasetleri yaptığı şahane kek eşliğinde bana izletirdi.. Queen başta olmak üzere Madonna'nın, Men at Work’ün kim bilir belki de ilk kliplerini ben izliyordum şehirde

Halk Plajı vardı sahilde; ablam 16-17 yaşındaydı ben de 6-7 sanırım, payton çağırtırdı bana ve arkadaşlarıyla üzerlerinde plaj kıyafetleriyle plaja giderlerdi..

Kimse kimseye yan gözle bakmazdı...

Bazen sokak sokak payton arardım ama hiç erinmezdim zira en büyük zevkim paytoncunun yanına binerek evi tarif etmekti. Asfaltta çıkan nal sesleri hâlâ kulağımda.. Bazı çocuklar paytonların arkasındaki yatay demire gizlice oturduğunda "Arabacııı vur kırbacııı" diye bağırırdık, çocukça..

Ceyhan’lı Nezihe Teyze’nin eşi Mehmet Amca vardı, herkes ona “Amca” derdi. Babam dini eğitimim için beni ona emanet etmişti. Ailece de çok yakın ahbablarımızdı. Bana sureleri ezberletir, dinimizi öğretirdi. Tüm mevlidlerimizi o okur, tüm hatimlerimizi o indirirdi evimizde..

Çok saygı duyulurdu kendisine..

Babamın mukallit, esprili ve gizemli hikâye anlatma yeteneği ile eğlenceli gecelerimiz olurdu ve hep “Bağdat’ın Hamamları .. Ne acayip baş bağlar Anteke Hanımları .. Seko Seko” türküsüyle sonlanırdı. Televizyondan çok daha canlı, çok daha gerçekti her şey..

Benim için çok ama çok değerli K.Maraşlı Selma Ablam ve eşi Nebil Amca’ların oteli Atlantik Otel vardı. Orada bulunan ve bugün bazı Şişli binalarında da yaşayan açık asansör çok ilgimi çekerdi. Annemin hemen otelin altında bulunan iş yerinden sık sık kaçar asansörün hareketini izlerdim hayranlıkla..


Fotoğraf Kaynak : https://www.levant.com.tr/urun/3582865/iskenderun-cumhuriyet-meydani-ve-ptt-binasi


Cumhuriyet Meydanı’ndaki o Atlantik Otel’in hemen karşısında ve 1925 yılında Fransızlar tarafından Postane-Hükümet Binası binası olarak yapılan ve İskenderun'un adeta simgelerinden birisi olmuş bir muhteşem bina vardır. Mimarlığını Ayvazyan adlı bir Ermeni vatandaşımızın yaptığı ve sonrasında yaklaşık 100 yıl PTT ve Adliye binası olarak hizmet veren bu bina benim için çok değerlidir. Zira, babamın memuriyetinin başladığı binadır ve babamın o binadaki anılarını çok dinlemişimdir. Aşağıdaki resimde hemen saat kulesinin altındaki odada babamın bir fotoğrafı yer alıyor.


Fotoğraf Kaynak : Yurtaçan Ailesi Arşivi

Cumhuriyet Meydanı’ndan sahile çıkarken hemen sol köşede yer alan İŞ Bankası inşaatında zemine aylarca çakılan devasa boruların gürültüsü hâlâ kulağımda.. Ve bu gürültünün felaketi yaşadığımız bu günlerde gürültü değil de kurtulan yaşamların işaretçisi olduğunu bilmek de ayrı bir paradigma değişikliği benim için..

Aklımın ermeye başladığı günlerden İskenderun’dan ayrıldığım güne kadarki dönemde ailemle dostları arasında şahit olduğum muhabbetleri asla unutamam.. Muhafazakâr veya değil; Hristiyan, Sünni, Alevi, Kürt vs. kiminle olursa olsun hepsinde neşe, sevgi, saygı, sinerji, dostluk ve eşitlik duygusu hakimdi.. Herkes laikliğin değerinin farkındaydı esasında..

Annemin ilk gençlik yıllarından bu yana arkadaşı olan banka müdiresi Ardem Teyze ve onun eşi Piyer Amca’nın anne ve babamla yaptıkları çok keyifli sohbetleri de Melahat Teyze ve eşi Fevzi Amca’nın sohbetleri, muhabbetleri de hep aynı sinerjiyi içeriyordu.. Asla unutamam…

Ya sinemalar… Paç meydanındaki devasa şahane locaları olan Kervan Sineması’nı pek az kişi hatırlar sanırım. Yazlık sinemalardaki çekirdek partilerini unutmak mümkün mü? Kanatlı Sineması, Halk Sineması dolup taşardı… Babam ve çok sevdiğim Ayşe Teyzemin eşi Sabahattin Eniştem birlikte Soğukoluk'ta çay bahçesinde yazlık sinema kurmuşlardı.

Eniştem Güneydoğu Anadolu bölgesinin film distribütörüydü ve Diyarbakır'da yaşarlardı.

Tatil dönemlerinde babam bize "Nereye gidelim?" diye sorduğunda tereddütte kalırdık. Zira, her iki teyzemi de çok severdik ve biri Diyarbakır'da diğeri İzmir'de yaşardı..

İskenderun'da yaz ve bahar aylarında her akşam insanlar en güzel giysileriyle sahilde yürüyüşlere çıkardı. Bir ritüel, bir tür kendini güçlü hissetme seansıydı sanki.. O güç hissi insanların birbirleriyle olan temas ve etkileşimi ile oluşan güven ile birbirlerinin varlığının ve dirliğinin teyidi ile oluşan huzurun gücüydü belki de..

Ve aynı zamanda bolca karşılaştığınız dost ve tanıdıklarla ayak üstü yapılan minik dedikodular, haber vermeler vs. adeta doğal-yaşayan facebook ortamı gibi.

Teysir ve Emirgân çay bahçeleri vardı sahilde. Yaz akşamları bu çay bahçelerinde içtiğim soğuk gazozun tadı bir başka keyif verirdi bana..

Bir sahil çocuğu olarak zamanımın büyük bölümünü sahilde geçirmişimdir. Bu nedenle sahilde anılarım çoktur.

Sanayileşme ve aşırı büyüme öncesi denizin pırıl pırıl olduğu dönemde Cumhuriyet Meydanı’nın hemen karşısındaki eski iskelenin yanında şehir içinde annemden izin alıp kiralık sandalların arasında denize girer gelirdim. Milyonlarca yılda oluşmuş o şahane kumsal henüz dolgu ile yok edilmemişti. Ve şimdi doğa geri istiyor ondan aldığımızı...

Deniz Kulübü vardı, varlıklı insanların mekânı. Bizler de ahbablarımızın üyelikleriyle zaman zaman oradan da denize girerdik, ama şehirde en çok Halk Plajı’nı severdim.

Deniz kenarındaki palmiye ağaçlarının budandığı zamanları kollar, minik yuvarlak koyu renkli meyvelerini toplar ve anten kollarının uçlarını keserek yaptığımız borularla onları hedefe üflerdik. “Tüf Tüf” dediğimiz savaşlar onlarla yapılırdı. Ben birisine zarar verme korkusu ile o savaşlara katılmam, yalnızken kendi kendime hedef belirleyip fırlatırdım. Zira beni “bir çocuğun gözü kör olmuş” diyerek korkutmuştu babam. Birisine zarar vereceğim, diye ödüm kopardı..

Soğuk bir sonbahar günü sahildeki lunaparka gitmiştim tek başıma. Oldukça büyük bir dönme dolaba kimsenin o anda tek başıma binme cesaretini göstermiş ve neredeyse doksan derece açılan zincirler ve keskin soğukla aşırı ürkmüştüm. “Durdur Abi, ne olur durdur!” çığlıklarımla ceza niyetine fazladan bir iki tur attıran lunapark görevlisinin indikten sonra sevimli bir küfürle kafama vurarak beni kovaladığını asla unutamam mesela..

Sahilin yazı başka kışı başka güzeldir ama, güneşin batışı eşsizdir..


Fotoğraf Kaynak : Tripadvisor - RLECE Profil Paylaşımı

Ya canım okullarım?

Namık Kemal İlkokulu mesela..

Oradaki en güçlü anım; evrenin sonsuzluğuyla ilgili korkularımın artması üzerine Serap öğretmenimin beni müdürün odasına götürerek onunla birlikte ikna etmeye çalışmasıydı.

Fransızlardan kalma binanın çok yüksek tavanlı büyük odasında bana güneş sistemi maketinin boyutu üzerinden sonsuzluğun büyüklüğünü anlatmaya çalışmışlardı. Sonsuzluğun korkulacak bir şey olmadığını hatta sınırlarının aklımızın alamayacağı kadar büyük olduğu söylemişlerdi.

Ve ben ikna olmuş gibi yapmıştım ama ikna olmamıştım elbette. Daha kapıdan çıkarken içimden aynı soruyu kendime sormaya devam etmiştim. “Dünya uzayda çok küçük bir nokta ise peki uzay nerede duruyor??

5 Temmuz Ortaokulunu da unutamam.

Platonik aşk yaşadığım bir sınıf arkadaşım da dahil oranın işletmesinde çalışan birkaç öğrenciden biriydim. Az gazoz açmamışımdır orada. Müthiş bir mini tahsilat ustası olmuştum aynı zamanda.. 3-5 dk içerisinde oluşan ve birden sonlanan talebi karşılamak ilginç bir deneyim olmuştu benim için.

Bir keresinde okulun köşedeki eski iki katlı ahşap binasının ikinci katındaki sınıfımızda hem de meşhur Kıymet Kodal hocamın dersinde depreme yakalanmıştık. Her zaman güçlü olan erken algı/uyarı sistemimin devreye girmesi ile anında “deprem!” diye bağırmıştım. Hocamın muhtemelen panik başlamasın diye bana “sus oğlum!” diye bağırmasını asla unutamam.. Depremden daha çok hocamın bağırığından korkmuştum.. Ahşap bina beşik gibi sallanmış ama dimdik ayakta kalmıştı. Zaten hatırladığım kadarıyla şehirde de yıkım olmamıştı ama çok sallanmış ve korkmuştuk..

İskenderun Lisem

Yine Fransızlardan kalma binada beni hayatımda ilk defa bütünlemeye lise 3. Sınıfta bırakan Fizikçi Molla Hocam ile “bedenci” Turgut Hocamı da asla unutamam. Sağ olsunlar bana hayat dersi vermişlerdi..

Bir de coğrafya hocamız vardı adını hatırlayamadığım, haritayı unuttuğumuz için kulaklarımıza çektiği operasyonu ve duyduğum acıyı, bazı arkadaşlarımın acı çığlığını da unutamam doğrusu.. Bu da oldukça acılı bir dersti bizim için..

Ve tabii en önemlisi Almanca hocamız Kenan Yerli hocamızın yeri ayrıydı.

Sınıfta kimin üniversiteyi kazanabileceğini tam olarak bilmişti.. Ne bir eksik, ne bir fazla.. Nasıl bildi diye düşünüp durmuştuk günlerce arkadaşlarımla…

Lezzetler ve tatlar var unutamayacağım..

Çocukluğumda Hemşin Pastanesinde sabahları okula gitmeden önce içtiğim sıcak sütün, yediğim poğaçanın, Tamtam Büfede içtiğim atomun, Bahar Kebap Salonunun kebabının, Nil Pastanesinin künefesinin, Petek Pastanesinin muzlu eklerinin, Antakya Fırınının lahmacununun tadı hala damağımda..

Sahildeki Saray Lokantası özel günlerde misafir ağırlamakta kullanılan çok güzel bir mekândı. Mezeleri şahaneydi..

Ya kaldırım kenarına oturarak yediğimiz taze nohutları nasıl unuturum..

Bici-bicimiz de şalgamımız da bir başka güzeldi.. Sokaklarda satılan Şam Tatlısı ve Eroğlu’nda yediğimiz sıcak müşebbek tatlısı da bir başka güzeldi..

Eski postanenin köşesindeki ayrancının ayranı ve simitinin de tadı damağımdadır..

Abilerimin körfeze açılarak tuttukları sepet sepet çupraların lezzetini pek bilmem zira çocukken balık sevmezdim pek. Ama ailem çupraya bayılırdı.

Alışverişin adeta mabedi Binbaylar, Altındişler ve Tatlılar hayallerimizi süsleyen kıyafetler için en sevdiğimiz en meşhur mağazalardandı.

Biz de kırtasiye dükkanı açana kadar; Akkoyun Kırtasiye, Uğur Kırtasiye en uğrak yerlerimdi..

Yelken Kulübü’nde çok heves ettiğim Yelken sporuna tam başlayacağım dönem ailemin bir İzmir seyahatine denk geldiği için Yelkenci olmaktan vaz geçmiştim. Bunun için hâlâ hayıflanırım.. Sonra pişman olmuştum ve sahile bisikletimle gider imrenerek eğitimleri izlerdim..


Fotoğraf Kaynak : İskenderun Turizm ve Tanıtma Derneği Facebook sayfası

Arsuz, Gülcihan, Belen, Soğukoluk, Sarımazı’daki yaz anılarım ise apayrı bir yazı konusu olabilir. Soğukoluk mesela; başlangıçta yayla turizmiyle bölge ülkeler için çok değerliydi ama sonrasında açılan bazı işletmeler nedeniyle ne yazık ki kötü bir şöhreti oldu. Yine de yaşanan bu kötü dönem yerli halkının pırıl pırıl olduğu ve yaylanın; olağanüstü körfez manzarasıyla, çok güzel evleriyle, çam ağaçlarıyla, meyveleri ve yaz aylarında yorganla yatıran serinliğiyle çok özel bir yer olduğu gerçeklerini değiştirmiyor..

Ama özellikle en sevdiğim sayfiye yeri olarak Arsuz Büyük Otel’in kumsalı, terastaki restoranı ve orada geçirdiğim zamanları hiç unutamam.

İskenderun’un en popüler ve iyi orkestrası Çuçuba’nın konserlerini hatırlarım mesela..

Yaz aylarında sokaklarda yapılan düğünleri de atlamayım; kimse kimseyi şikayet etmezdi.. Herkes birlikte eğlenirdi..

•••

Hayatımızın kültürel zenginliği ve güzelliği için anlatacak, yazacak çok şey var ama sadece küçük kesitlerle anlatmaya çalıştım. Her şeyi buraya sığdırmak mümkün mü? İsmini anmadığım tüm Teyze, Amca, Abla ve Abilerimden çok özür dilerim onlar da kalbimde yaşamaya devam ediyorlar..

Hepsi gerçek birer simge benim için.. İskenderun’a özel, çok kültürlülükle yaşayan farklı bir simge.. Yok olmaması, özenle yaşatılması gereken…

Kısaca özetlersem; biz hepimiz İskenderun'da çok mutluyduk... Yaşanan her şey çok değerliydi..

Zira, tüm etnik yapılar sadece tek bir kimlikti adeta..

Yemeğimiz, davranışlarımız, duygularımız, kelimelerimiz, reflekslerimiz, tavırlarımız hatta hayret ifadelerimiz bile ortaktı..

Bana eşsiz değerler kazandıran İskenderun’un insanı olduğum için gurur duyuyorum!

Depremde kaybettiğimiz tüm insanlarımız için saygı ve üzüntümü tekrar belirtmek istiyorum.

Tüm kayıplarımız, çöken binalar, çöken yuvalar, çöken aileler hepsi beni çok sarstı.

Bir de üstüne üstlük sanki o sahilimizin sürekli sular altında kalması zihnimde metaforik bir anlam kazanıyor ve sanki İskenderun'un Atlantis gibi denize gömüldüğünü hissediyorum ve bunun için çok daha fazla sarsılıyorum…

Ve bu nedenle İskenderun’un, Antakya’nın "çökmemesi" için dua ediyorum..

Ben pozitif ayrımcılık yaparak memleketim İskenderun'u yazdım.

Ama elbette güzel ülkemin her bir köşesi birbirinden değerli..

Ortak paydalarımız etrafında birleşerek, kültürel-etnik zenginlik, çeşitlilik anlamında ve bir arada yaşama konusundaki eşsiz değerlerimizle dünyanın en müstesna ülkesi olduğumuzu göstermemizi gönülden diliyorum..

•••

Hatıralarla dolu bu yazımda ismi geçen ve kaybettiğimiz çok değerli büyüklerimize Allah'tan rahmet ve ışık diliyorum, toprakları bol olsun.. Yaşayanlara da ayrıca uzun, sağlıklı ve huzurlu bir ömür diliyorum.


Saygı ve sevgilerimle,


Göksel Yurtaçan







İğneci - Enjeksiyon yapan kişi

Payton – Fayton

Belan – Yerel şiveyle Belen ilçesi

Nenem - Babaannem

Kömbe - Bayramlarda yapılan geleneksel özel kurabiye

Kâhke - Bir tür kraker




425 görüntüleme2 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
ANLAMAZ!

ANLAMAZ!

Önsöz - GXLUS

Önsöz - GXLUS

2 commentaires

Noté 0 étoile sur 5.
Pas encore de note

Ajouter une note
Zehra Yurtacan
Zehra Yurtacan
19 mars 2023
Noté 5 étoiles sur 5.

İskenderun bundan iyi anlatılamazdı.. Eline sağlık…

J'aime

Zerrin Yurtaçan
Zerrin Yurtaçan
18 mars 2023
Noté 5 étoiles sur 5.

Beni ağlattın kardeşim o kadar güzel yazmışsınki sanki şu anda o zamanı yaşıyorum eline yüreğine sağlık işte bu bizim hikayemiz seni cok seviyorum Allahım sizleri korusun🙏💟😘

J'aime

© 2035 by The Artifact. Powered and secured by Wix

bottom of page